A H  M A Z İ



Sinan Doyan
 
BİR POP İKONASI AJDA VE MUTASYON TEORİSİ

             60'larda Ajda vardı, 70'lerde Ajda vardı, 80'lerde Ajda vardı, 90'larda Ajda vardı, 2000'lerdeyiz ve hala Ajda var. Neresinden başlamalı, nasıl açıklamalı bimiyorum. Hiç kuşkusuz dünyada da örnekleri var. Shirley Bassey, Mina, Aretha Franklin, Diana Ross ?... Biraz daha yakından bakınca, dünyadaki hemen hemen tüm örneklerinde belli bir kariyeri edindikten sonra köşesine çekilip, çok özel albümler ve konserlerle göz önüne çıktığını görüyoruz ermiş starların. Oysa bizim Süperstar'ımızın öyle arada bir kendini hatırlatmaya pek razı olası yok.

            Hala bir şekilde gündemde, popüler ve sadece özel hayranlarının değil, eski yeni bütün nesillerin tanıdığı, bildiği bir isim. İşte işin sırrı burda. Ajda'yı şarkıcılığından, şarkılarından hatta kendinden bile daha fazla önemli kılan şey, onun dünya çapında bir 'pop ikonası' olduğunu söyleyebilmek.

            Ajda'nın 60'lı yıllarına yetişemediğim için hayıflanırım hep. Değişim kelimesinin asla karşılık olamayacağı bir mutasyon geçirmeden, o yılların abartılı makyaj ve saç modeli anlayışı bir yana, hemen hemen kendisi olan o çocuksu, tombik, yuvarlak yüzlü genç kadını sararmış fotoğraflar ve siyah beyaz filmlerden öte hatırlamıyorum ne yazık. Neresinden baksanız hayli acemi, biraz utangaç, filmlerde kendisine yakıştırılan fettan kızı hiç mi hiç taşıyamayan, masum ve güzel (evet her ne kadar kendisi beğenmese de o yıllardaki görüntüsünü), sahiden güzel bir genç kadın. Bu haliyle, üstelik benzeri bir sürü genç kadın da koşuştururken aynı yolda aynı zamanlarda, o nasıl olmuştu da daha 70'lerin ilk yarısında kendini Süperstar diye adlandıracak kadar hızla yol almıştı ? Derler ya hep: "O zamanlar şarkıcı kıtlığı vardı, Ajda da öyle meşhur oldu." Hayır, bu kadar basit değil. Yurdum hiç bir dönemde şarkıcı kıtlığı yaşamamıştır Allah'a binlerce şükür. Üstelik Ajda'nın yola düştüğü yıllarda Rüçhan Çamay gibi, Ayten Alpman gibi, Sevinç Tevs gibi yabana atılmayacak isimlerin etrafında dönüyordu popüler müzik ya da adı her neyse. Onu sözü edilen isimlerden ayıran acaba hem görüntü hem de söylediği şarkılar itibariyle daha hafif, yani böylece ortalamaya daha yakın, olması mıydı ? Gençliği mi ? Yoksa onun bir pop ikonası olacağını çok önceden sezmiş birileri mi oynamıştı kozlarını doğru ata ? Her ne ise O'nu 60'lardan 70'lere taşıyan, o sadece Ajda'ya mahsus bir şeydi, burası su götürmez. Bütün bu çok uzun sürecek hikayenin bir tek başrolü vardı ki, o rol sadece Ajda için yazılmıştı.

            Süperstar'ımızın 1nci mutasyon evresi 70'lerle başlar. Fecri Ebcioğlu, İlham Gencer, Durul Gence ve daha bir sürü ismin arasında pişip olgunlaşan, irili ufaklı plaklarıyla hatırı sayılır bir ün yapan Ajda'nın artık tombik ve çocuksu genç kadın olmakla sürdürülemeyecek bir taze kariyeri vardı ki, o yıllarda başlayıp bir hayli zaman alacak bir Fransa macerası, Ajda'yı aradığı yeni ufuklara kolay ulaştıracaktı. Birileri ne yapıp etmiş, onu enternasyonal bir star olduğuna inandırmıştı. Zaten hali hazırda yabancı parçaların Türkçe versiyonlarını, yabancı aksanıyla söylemesi sayesinde yapmıştı  ününü. Ne kadar bizdense o kadar değildi başından beri. Adeta o çok özendiğimiz Batı'nın bir türlü erişemediğimiz medeniyet düzeyine bir saygıydı Ajda'ya olan saygımız ve sevgimiz. Batı onu pekala bağrına basabilirdi kendine ait biriymiş gibi. Gerçi bu meyanda gidilen yol Fransa'nın oryantale pek meraklı topraklarına kadar uzayacaktı sadece ama önemli olan niyetti pek tabii ki. Bizi temsil etti ya da etmedi, başarılı oldu ya da olmadı, açıkçası bunlar beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Nihayetinde bir insanın tırnaklarıyla kazıdığı kariyerinde bazen bir adım da çok önemlidir, bazen uzun mesafede yapılmış bir koşu da. 60'larda boyalı saçlarıyla Batılı olmaya özenen (kim özenmemiş ki o zamanlarda ?) genç kadın, 70'lerde Batı'nın suyunda yıkanmış ve sadece bu vasfıyla bile bizden daha bilge, daha ulaşılmaz, daha güzel ve hatta daha üstün olmuştu. Artık hakkıydı yabancı kelimeleri aksanlı Türkçesine boca etmek. Artık hakkıydı yürürken, konuşurken, bakarken, poz verirken, şarkı söylerken, her yerde, her zaman, o hevesli genç kızın masum gülüşünden sıyrılıp şuh ve erişilmez starın duruşunu takınmak. Ve hakkıydı Süperstar sıfatını plağının kapağına ama aslında zaman içinde gerçek bir markaya dönüşecek adının başına bir daha silinmemek üzere koymak. Nitekim, o da öyle yaptı. 1nci mutasyon evresi tamamlanmıştı.

            Ajda'nın edinebildiğim ilk LPsi Süperstar'lığını ilan ettiği o nefis kapaklı ve nefis şarkılar barındıran albümdü. Fransa macerasının en hararetli günleri olmalıydı. "Viens Da Ma Vie"yi neredeyse bir türkü kadar sevmiş, bağrımıza basmıştık. Biz İzmir'de yaşıyorduk o yıllarda ve mübalağasız hemen  her yerde mütemadiyen bu şarkı çalınıyor, malum "Pijama pijama" tekerlemesi dilden dile dolaşıyordu. Televizyonda, her biri diğerinden farklı ve hepsi Fransız modacıların imzalarını taşıyan kıyafetleriyle boy gösterdiğinde çiçekli, sarmaşıklı dekorların önünde Ajda, kalbimiz neredeyse yerinden çıkacaktı. Olympia macerası günün tüm siyasi ve sosyal çalkantılarından daha önemli, daha haber değeri taşıyan bir haberdi hepimiz için. Allahım, sokaklar Ajda modeli kesilmiş saçlardan, Ajda'nın giydiklerine benzer kıyafetlerden geçilmiyordu. Onun gibi araya yersiz yabancı kelimeler sıkıştırarak anlamı kendinden menkul cümleler kurmak bile bir snobluk gerekliliği sayılır olmuştu orta karar halktan en jet sosyeteye kadar herkeste. Tıpkı Türkan Şoray'la ve Zeki Müren'le yaşadığımız cinsten, tarifi neredeyse imkansız bir ilişki yaşıyorduk topumuz ve Ajda. O, bunun ne demek olduğunu iyi biliyor ya da birileri tarafından kendisine bildiriliyor olmalıydı ki her defasında hep kendine daha fazla hayran bırakacak adımlar atarak ilerliyordu yolunda.

            70'li yılların ikinci yarısıyla beraber başka bir kavimle tanışmaya başlayacaktık. Nicedir süregelen Anadolu Pop bir yana (ki onun alıcısı da satıcısı da Ajda'nın kulvarında değildi zaten başından beri), Türkçe sözleri Türkçe bestelerle seslendiren ve Ajda'nın janrından payını almamış, başka bir nesildi türeyecekti. Nükhet Duru, Sezen Aksu, biraz daha sonra Zerrin Özer'le başlayıp uzayacak yeni bir yol açılmıştı. Herkesin sermayesi bir şekilde Ajda'ydı ya yine de, artık yabancı parçalarla Türkçe şarkı yapmanın müziğimize ne getirdiği tartışılır olmuştu. Oysa Ajda'nın söylediği her parça, gerek sözleri, gerek düzenlemeleriyle o kadar içten, o kadar bizden olmuştu ki (hala bir çok Türk bestesinde başarılamamış bir mefhumdur bu), öyle kolay değildi yeni bir yola girerken eskisini yok saymak ya da yok etmeye çalışmak. Nitekim Nükhet'in ve Sezen'in bütün hünerlerini döktükleri o yıllara ait albümleri bir yana, Ajda ikinci kez "Süperstar benim" diyeceği albümüyle, yine herkesi tam  kalbinden vuracak, yeni bir moda, yeni bir akım, yeni bir görüntü olarak girecekti yine evlerimizden içeri. Saçlar bu kez koyu kestaneydi, şarkılar Amerikan menşeeli. Takvimler 1979'u gösteriyordu. Ajda'nın 2nci mutasyon evresi başlamıştı.

            "Süperstar 2" albümü, defalarca ama defalarca çalınmaktan hayli yorgun düşmüş, her defasında çıtırtıları biraz daha artmış bir plak benim arşivimde. Bir tane daha alıp saklamak vardı ya benim için zamanında alınıp dinlenmiş ve sahafların paragözlüğü değmemiş o kopyası daha muteberdi tüm diğer plaklarımda olduğu üzre. Onun kapağında çocukluğumun parmak izleri, çıtırtılarında her dinleyişimin sevinçleri, keyifleri, bazen acıları hatta aşkları vardı ya, o hepsinden değerliydi belki. Her neyse... Çocuk yılıydı 1979. TRT'nin daha önce ve sonra hiç olamadığı kadar demokrat ve özgür olduğu bir dönemiydi. Kaptan Onedin, Kunta Kinte, Aşk Gemisi, Siyah İnci günleriydi. Bir bayramda her gece başka bir ünlünün konser programını müjdeliyordu gazeteler. Bir gece Zülfü Livaneli'yi izlemiştik. Bir başka gece Ajda çıkacaktı en son şarkılarıyla ya, her ne olduysa olmuş, o gece arıza göstergesi maşrapalardan, şelalelerden gözlerimizi alamamış, hayal kırıklığından uykulara yatamamıştık. Ertesi gün gazeteler feveranı bastı haliyle. Neredeydi biricik Ajda'mızın hasretle beklediğimiz solo konseri ? Neden bütün gece beklemiş ve izleyememiştik ? Bir ya da iki gün, belki de bir hafta sonra, hatırlayamıyorum amma, konser nihayet yayınlandığında yine soluksuzdum ekran başında. 70'lerin savruk ve allı güllü coşkusu yerini daha modern, daha zarif ve daha sade bir tarza bırakmıştı da haberimiz yoktu bizim. Ajda yine hepimizin önünde gidiyor, bize yol gösteriyordu. Pek de sevdiğimiz Fransız şansonlarının, Alman ve Rus karnaval şarkılarının yerini Amerikan disko müziği alacaktı artık. Ve kadınlar hep bir ağızdan bugüne kadar sustukları ne varsa haykıracaklardı : "Kapı açık, arkanı dön ve çık !" diye diye. Saçlar derhal koyu kestaneye boyanmalıydı yarından tezi yok. Yeni moda yine Ajda'ydı.

            Aynı dönemde boyadan yandığı için kısacık kestirmek zorunda kalmıştı Ajda saçlarını. Bilmiyorum daha sonra saçlarını yaktığı ve bu modelde kestirdiği için hiç pişman oldu mu ama ülkenin neredeyse yarısı aynı kısalıkta saçlarla dolaşan kadınlarla dolup taştı bir anda (kadınların saçları ve kuaförleriyle yaşadıkları o tuhaf ilişkiyi hiç anlamamışımdır zaten). Derken bütünüyle ayrı bir yazının konusu olacak Eurovision macerası ve "Petrol" histerisi geldi peşisıra. "Petrol" kadar sevilmiş, bir gecede bütün ülkenin diline düşmüş ve başka bir gecede de lanetlenip yıllarca yok sayılmış bir başka şarkı daha var mıdır dünya müzik tarihinde bilmiyorum. Ama belki de o şarkıyla yaşanan macera, Ajda'nın tüm kariyerinin bir özetiydi. Ne doğulu olmuştu başından beri, ne batılı. İkisinin arasındaki hayli kalın çizgide tıpkı tüm ülkenin yaşadığı debelenmeyi yaşamıştı yıllardır ve hep birlikte göreceğimiz üzere, daha da yaşayacağı vardı.

            Tabii "Petrol"ün tanıtım klibinde giyilmiş şalvar pantalonlu tulumun (ziyadesiyle kırmızı) yarattığı şuursuz modayı da artık hatırlayan hatırlar, hatırlamayanlar da tahmin eder sanıyorum. Hele bir de o günlere denk gelen yine bir Tv konseri vardır ki Ajda'nın, bir şarkıda beline taktığı örme kemerin ucunu kemer halkasına takmayarak salınır vaziyette bırakması (belki de bilmeyerek, vebali boynuna) ertesi günü ülke çapında yeni bir modanın öncüsü olmuş, ben de dahil olmak üzere milyonlarca kişi uzun zaman sarkık kemerlerle dolaşmıştık.

            Eurovision hezimeti sonrası Ajda için de ülke için de talihsiz günlerdi. Yurt dışına kaçmıştı Ajda. Orada kimilerine göre evlenmiş, kimilerine göre yeni estetik ameliyatlar olmuş, kimilerine göre çocuk düşürmüştü. O kadar alışmıştık ki onunla yaşamaya, onu günlük sohbetlerimizin konusu etmeye, ardında kalan boşluğu o kadar dolduramamıştık ki, bir müddet bu dedikodularla idare edecek, aslında onun ölümcül bir hastalıkla pençeleşen yeğeninin acısıyla pençeleştiğini çok sonra öğrenecektik. Henüz böylesi, sıradan insanlara mahsus dertleri Starların yaşamadığına, yaşamayacağına inancımız yerindeydi.

             1981 yılında Türkiye'deki plakçıların, menajerlerin, basının ve bir sürü insanın hummalı ikna faaliyetleri neticesinde bir gün şaşaalı bir karşılama töreniyle yurda döndü Ajda. O'na yeniden plak yapmaya şerefini Yaşar Kekeva taşıyacaktı. Çalışmalar apar topar başladı. Dönemim modası ne varsa hepsi bir araya getirildi. Yıldırım Gürses şarkıları, 'Mihrabım Diyerek' fantazisi, arabesk nağmeler. İşin enteresan tarafı Ajda ısrarla dönüş albümünü Garo Mafyan'la kotarmak istemiş, Amerika'da bulunduğu günlerde pek de bir sevdiği caz müziğinin akorlarını son derece piyasa muadili şarkılara enjekte etmek gibi tuhaf bir saplantı içerisine girmişti. Ortaya ne idüğü belirsiz bir hilkat garibesi çıkmış, 'Sen Mutlu Ol' ismiyle müsemma albüm, herkesi, hele hele "Kapı açık, arkanı dön ve çık !" jargonunu epeyi içine sindirmiş milyonlarca hayranını fena halde hayal kırıklığına uğratmıştı. Her daim güçlü, alımlı, ve erişilmez görüntüsüyle meydan okuyan kadının 'Ey felek zalim felek' diye ilenmesi ne inandırıcıydı oysa, ne de kulağa hoş geliyordu. Zaten ortalık feryat figandı o günlerde. Biz eski Ajda'yı istiyorduk acilen. O günlerde kulaklarımızı dolduran 'Sultan-i Yegah' gibi, 'Hal Hal' gibi şarkıları seviyor ama hiç birinin söyleyeniyle Ajda'yla kurduğumuz gönül bağını kuramıyorduk. Aradan iki sene ve bir kötü albüm daha geçti. O ara Ajda, yeğeninin hastalığı vesilesiyle de sık sık Amerika'a gidip gelmeye devam etti. Ve nihayet 1983 geldi çattı.

            Bir sabah "Süperstar 83" albümü süslemeye başladı plakçı vitrinlerini. Bildiğimiz LP kapağı, iki kanattan oluşan bir başka kartonetin içerisine konulmuştu. Zarf kartonette boylu boyunca uzanmış, sarı röfleli, kısa ve punk saçlarıyla Ajda, hemen yanında duran kedinin bakışları ve yırtıcılığıyla gözlerimizin  içine içine bakıyordu. Bir benzeri bir daha yapılamamış bu olağanüstü güzel tasarımlı kapağın içinden çıkan LP ise, alışageldiğimiz nevi siyah baskılı değil, düpedüz şeffaf bir plaktı. Gözlerimize inanamadık. Pikapta dönmeye başladığında şeffaf plak, üzerindeki helezonların dansına dalıp gittik. İşte herkesten farkını bir kez daha gözümüze sokmuştu Ajda. 3ncü mutasyon evresine girilmişti.

            Her biri birer Ajda klasiğine dönüşecek şarkıların kuşkusuz en can alıcı olanı yine Amerika'dan kopup gelmiş, "Uykusuz Her Gece"ydi. Fikret Şenes'in bütün Ajda kariyerine vurduğu silinmez damganın en önemli izlerinden biri olacak bu parçada 83 model Süperstar'ımız, "Seveceğim Gezeceğim"le, "Palavra Palavra"yla, "Bambaşka Biri"yle ve daha bir dolu şarkıyla yakaladığı ve üstüne çok da yakıştırdığı ezilmeyen kadın tavrına kaldığı yerden devam edecekti. Bittabii ki yine enfes kıyafetler ve son model bir saç stiliyle. Yaşadığı karanlık günlerden yeni yeni uyanmaya başlayan yurdum halkının tam da o günlerde buna o kadar ihtiyacı vardı ki, tez elden saçlar punk oldu, aerobik taytları, konçlu çoraplar, vatkalı kazak ve gömlekler, pembeler, yeşiller, fosforlar hayatımıza girdi.

            Sadece albümle değildi 83 model Süperstar'ımızın hayatımıza bu ihtişamlı dönüşü. Dönemin furyası müzikallerin en göz alıcıları, en Grand'ları yine Ajda imzasıyla sökun edecekti gösteri dünyasına. Amerikalı dansçılar mı istersiniz, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra'lı, Zeki Alasya & Metin Akpınar'lı muazzam kadrolar mı, ne ararsanız hepsi vardı bu muhteşem şovlarda. Tabi hepsinden daha göz alıcı ve daha muhteşem olan Ajda'nın artık müptelası olduğumuz Batılı figürüydü. "Grand Kabare"ye bilet aldığımız halde, o bir kaç gün yağan yağmurdan dolayı Açık Hava'daki gösteri üst üste iptal edilince, gidememiş, izleyememiştik. Oysa O' nu ilk kez kanlı canlı görmek fırsatıydı bu kaçırdığım. Nice sonra video salgınının had safhada olduğu günlerde (Ulusal Video'nun o dönem sahnelenmiş her şeyi kayıtlara alması ne denli minnet duyulası bir fikirdi benim gibi meraklılar için Tanrım) televizyon ekranına adeta yapışarak izlemiştim o müzikalleri. Belki ben yaşlarındakilerin Ajda'ya en çok hayran oldukları dönem bu ve bunu  takip eden bir kaç yıldı. O zamanlar dahi bazı çevreler tarafından artık eski nesil şarkıcı sayıladururken O, inanılmaz bir enerji ve azimle oradan oraya koşturuyordu. Hayır, bu kadın, 60'ların yuvarlak yüzlü, tombik ve utangaç genç kızı olamazdı, buna inanmak artık neredeyse imkansızdı (daha ne görmüştük ki oysa ?). Asla sadece estetik ameliyatlarıyla açıklanamayacak bir mutasyondu bu. Sadece görüntüsü değil, müzik anlayışı, sesi, yaşam tarzı, duruşu, bakışı, her şeyi değişiyordu zamana inat. Değişmeyen tek şey belki de bir dolu yabancı kelimeyle bezeli, serbest çağrışımların kol gezdiği darmadağın konuşmasıydı sadece. Bir dönem büyük kampanyalarla piyasaya sürülen Ajda çarşaflarının (çarşaf ve Ajda bağlantısını hala kurabilmiş değilim, her kimse projenin mimarı cin fikirli, bilemiyorum ) bayılarak izlediğimiz reklam filminde kendisine iltifat eden gazeteciye, alt dudağını damağına özellikle yapıştırarak (peltek ve dişlek gözükmek adına, ne manası varsa ? ) "Teveccühüz" deyiveren Ajda, aslında hiç de öyle bir kelimelik konuşacak tiplerden olmadı hayatı boyunca. Bilmiyorum bir gün birileri çıkar da onun demeçlerini deşifre etmeye, mealini çözümlemeye çaba sarfeder mi ? Eh, bu benim şu anda yaptığım işten katmer katmer çetrefilli ve her babayiğidin göze alamayacağı bir çalışma olur malumunuz. Yapacak arkadaşa şimdiden kolaylıklar dilemeli.

            1984'ü 85'e bağlayan gecenin akşamında okuldan çıkıp yılbaşını kutlamak üzere keyifle eve giderken, Ajda'nın nicedir beklediğim yeni albümün vitrinlerde yerini aldığını gördüm. O yılbaşı gecesini benim için unutulmaz yapacaktı o plak. Ardı ardına kaç kez dinledim, nasıl mest oldum tahmin edersiniz. O kadar ahım şahım değildi belki şarkılar bu kez. Ama "Ajda'nın Öksürükleri" diye bir plak çıksa onu da aynı keyifle dinlemez miydim sanki ? Dönemin her taşın altından çıkan grubu Beş Yıl Önce On Yıl Sonra, Nükhet'in albümüne yaptıkları tek şarkılık eşlikten sonra bu kez Ajda'yla ortak bir albüm çıkarmışlardı. Ajda'nın bütün eski şarkılarına ve Fikret Şenes'e bir saygı duruşu niteliği taşıyan "Şarkılar" isimli parça, "O Benim Dünyam"ın Bonnie Tyler'i fersah fersah aratan yorumu, Ajda'nın bu kez şarkılarına değil ama kendisine bir saygı duruşu olan "Ah Fatma" kod adlı şarkı, hepsi, her ne varsa albümde, nezdimde kabul görmeye, ezberlenmeye, milyonlarca kez dinlenmeye hazırdı çoktan. Sonrasında gelsin solo Tv programları, gitsin röportajlar, fotoğraflar, posterler ve bir sürü şey. Vatkaların neredeyse birer yastık haline dönüştüğü, angora kazakların, maksi eteklerin, kalın botların ve illaki röfleli saçların revaçta olduğu günlerdi 80'lerin ortaları. Hepsi Ajda'nın suretinde resmi geçit yapıyordu hayatımızdan. O günlerde Alo deterjanlarının reklamları, yeni albümünden daha çok prim yaptı gerçi. Hele Zeki Müren'li reklam adeta bir şölendi her iki şarkıcıya da körkütük hayran dinleyiciler için. Ajda o reklam filmlerinde güzelliğinin doruğundaydı, ya da ben öyle hatırlıyorum. Ve o günlerde evlendi. Ve ben onu kıskandım.

            Okuduğum lise Çengelköy'deydi ve ben o zamanlar futbol sahası olan arsanın yanından her geçişimde sahanın hemen berisinde kalan, denize nazır binalardan birinde Ajda'nın oturduğunu bilmenin iç burukluğuyla, gözlerimi uzun süre alamazdım oralardan. Hangi ev olduğunu da bilmiyordum. Kaç defa o civarda gezindim, ola ki rastlarım umuduyla, şimdi anlatsam inanmazsınız ama o çok merak ettiğim evinin içini nihayet o günlerde Tv'de yayınlanan bir programda görme şerefine nail oldum. Yeni eşiyle beyaz koltuklarına oturmuşlardı. Etrafta bir sürü incik boncuk, çerçeveler dolusu resim, plaketler, ödüller, vesaire vardı. Ajda bu kez ağır aksak, oturaklı, olgun, hanım hanımcık kadını oynuyordu (her evli kadının, her nedense yapmak zorunda olduğu üzere güzel ülkemde). Kocasına şöyle elini bir uzatıp  "Aaaaaali" deyişi vardı ki, hırsımdan çatlasam yeriydi o dakika. Sahneyi bırakmıştı, çok yorgundu, dinlenecekti, dı, di, du, dü... Her genç yaşta camiaya kendini atıvermiş, gençliğini hatta zaman zaman çocukluğunu camianın sarp ve dikenli yolarında tüketmiş Star kadardı onun da hayalleri. Bunun gelip geçici bir heves olduğunu O da biz de biliyorduk ya, bilmezden gelmek, O'na bu soluk payını vermek de bize yakışanı olacaktı bunca gözü doymaz hayranlığımızla. Nitekim öyle yaptık. Sezen almış başını gidiyordu o ara zaten. MFÖ derseniz ona keza. Bir müddet onlarla oyalanmaktı boynumuzun borcu.

            Boşandıktan önce mi sonra mı bilinmez, yıllar önce çarşaflara dolandığı yetmezmiş gibi, bu kez de mücevharat ve saat satışı yapılan bir dükkan açıp yine ticarete soyundu Ajda. Ödül aldığı bir özel gecede "Bu benim için sadece bir ödül değil, adeta bir mücevher" diye bir inci döktürerek, tüm reklamcılara parmak ısırtmasına, yeni albümünün kapağına kolundaki saatini göstere göstere çektirdiği bir resmi koymasına karşın, yurt dışından getirtilen nadide mücevherler ve saatler sadece yüksek gelirlilere hitap eden bu dükkanın raflarında tozlandı kaldı. Tıpkı o günlerde piyasaya çıkan "Süperstar 4" (ya da "Ajda 87") adlı albüm gibi. Bu albümde yeni hiç bir şey olmadığı gibi, eskilerin tadında bir şey de yoktu ne yazık. Artık plak basılmıyordu ya, kasete de bir zarf kartonet uydurulmuş, belki sadece bu kadar bir değişiklikle plaklardan hayli ucuz olan kasetin satacağı düşünülmüştü ama, her şeyden önce Ajda, evliliğiyle bulduğunu sandığı huzurun ona çıkardığı faturayı bir şekilde ödeyecekti. Bu albüm o faturanın bedeliydi belki. Unutulmuş muydu, unutuluyor muydu ya da ? Hayır. Daha değildi. Daha yapacak çok şey vardı. 4ncü mutasyon evresi başlasındı artık !

            Bu yazıyı yazarken, her içinden geçtiğim döneme ait albümü raftan indirip, fon müziği ediyorum kendime. Ama gelin görün "Ajda 1990"ı ayrı bir yarenlikle aldım elime. Her nedense bu albümün farklı bir yeri var bende. Bu tamamiyle şahsi nedenlerden kaynaklanıyor da olabilir amma, ta 1985'ten 90'a kadar geçen sürede çok da tapacağım bir şarkı çıkaramayan Süperstar'ın nihayet özlediğim kıvamda şarkılarına kavuşmuş olmak da sevdirmiştir bu albümü bana mutlaka. "Yaz Yaz Yaz" belki Fikret Şenes'in kaleminden çıkmamıştı ama, onun meydan okuyan şarkılarının bir devamı niteliğinde, tam Ajda'lık bir parçaydı. Bu hayli zayıflamış, açık kızıl saçlarını dağınık topuz yapmış, sade makyajlı, orta yaşlı kadının "'Her Yaşın Ayrı Bir Güzelliği Var" deyişi boşa değildi. Bu söz O'ndan başka kime yakışırdı ki bu kadar ? "Ajda beste okuyamaz" diyenler de dersini alacaktı zira birbirinden güzel yerli şarkılar da vardı albümde. Ulusal Radyo Televizyon grubunun o yıllarla özdeşleşen Bir Başka Gece ve aynı formattaki bir dolu eğlence programında yine hoplayan, zıplayan, Jacklyn Bisset kıvamındaki yeni imajını, Barbie sosuna bulayan, ama illa da daha genç görüneceğim kaygısını nedense gözümüze sokan bir 90 model Süperstar vardı ekranda. Ben hala ağzım açık izliyordum onu ama, artık pek de onun saçını başını, kılığını, kıyafetini taklite yeltenecek, onun gibi olmaya özenecek kimse kalmamıştı sanki civarda. Olduğun gibi olmak mı prim yapar olmuştu, eskiden pek özendiğimiz ve uzak saydığımız Batı pek mi bir ayağımıza kadar gelmişti liberalleşen ekonomi sayesinde, yoksa Ajda mı eski formunu tutturamamıştı bilinmez. Ama bu albümle nicedir hayli düzelttiği diksiyonu, tekniği ve yorumuyla Ajda, hayli yetkin bir şarkıcı sıfatını da taşıyordu artık inkar edilemez bir biçimde !

            Hemen ertesi sene, bu kez tamamı yerli bestelerden oluşturulmuş bir başka albümle bulduk O'nu karşımızda. Ve anladık ki artık bir kararını tutturamayacak, evvelden beri çok sevdiği kendisiyle oynama takıntısını bir hayli abartacak ve sürekli görünümünü değiştirecekti Ajda. Bir gün allı güllü etekler içinde kızıl bir çingene güzeli, başka bir gün Marilyn Monroe, Marlene Dietrich karışımı sarışın bir afet, bir gün Kim Basinger, ertesi gün Claudia Shiffer. Hepsini kendine yakıştırmayı, her görünümünden bir tablo zerafeti çıkarmayı beceriyordu doğrusu ama ne yeni şarkıları, ne de bunca uğraşıp didindiği tabloları onu eski ihtişamlı günleri kadar revaçta kılmıyordu ne yazık. Hayranlık anlayışımız da değişmişti belki bir parça. Belki hayran olunacak kişi sayısında ciddi bir artış olmuş, patlayan pop furyasında her biri çocukluğunu Ajda şarkıları dinleyerek geçirmiş bir sürü yeni yetme ortalığı fena halde sarmıştı.  Benim için yepyeni şarkılarla dolu "Seni Seçtim" albümü de bir şölendi kuşkusuz. Ama ben bile cd çalarımda sürekli Ajda bulundurmak durumunda değildim artık, hele ki Sezen'in birbiri ardına patlattığı onca yürek yakan hiti varken öte yanda !

            O günlere denk düşen bir gecede Bostancı Gösteri Merkezi'nde müşerref oldum Ajda'nın aslıyla. Çok uzaklarda oturuyordum salonda ama bir ara sahneden inmiş, elimi uzatsam dokunacağım kadar yakınıma gelmiş ve ben nefesim kesilmiş bir halde orada kalakalıp tabii ki elimi uzatamamıştım. Sahnede biri bembeyaz, bir diğeri simsiyah iki farklı kostümle (aslında tüm vüdunu saran iki tayttı kostüm dediğim) bacaklarını, kollarını savura savura, saçı başı dağıta dağıta epey enerji sarfetmiş, ama en çok eski şarkılarıyla alkış ve eşlik almıştı haliyle. Konserden sonra kaç saat bilmem, kapıda beklemiş, bir imza almaya yeltenmiştim. "Çocuklar şu an çok yorgunum, tükenmiş durumdayım. Yarın gelseniz olmaz mı ?" diyerek beni dumura uğratmıştı ya, ben yine de benim için çok mücevher değerindeki o imzayı almayı başarabilmiştim. Boyunun benden kısa olmasına inanamıştım en çok. Bir de yaşını gizleyemeyen ellerine.

            "Seni Seçtim" tabir edilen albüm fazla satmamıştı ama söz konusu olan Ajda'ydı. Sadece bir şarkıcıdan değil, yazının çok yukarlarda kalan girişinde bahsi geçtiği üzere bir pop ikonasından söz ediyorduk. Göz önünde olmamayı kendisine yediremezdi bunca zamandan sonra. Madem öyleydi, işte böyleydi. "Ajda 93" piyasaya çıkacak ve Ajda, 70'lerdeki oryantal kıvamlı şarkılarıyla arz-ı endam ederek bizi tekrar büyüleyecekti. Ya da öyle planlanmıştı ama yanlış hesap Bağdat' tan döndü ne çare. Yıllarca son kertede usta işi çalışmalarını bayılarak dinlediğimiz emektar Norayr Demirci'nin Amerikalarda kotardığı albüm, tam bir hezimetti hem Ajda, hem de o günlerde yeni palazlanmaya başlayan Raks Müzik için. İsmi henüz duyulmaya başlayan Ebru Gündeş, bilmeden Ajda'ya hayatının en büyük kötülüğünü etmiş, O'nun eski bir şarkısını, 'Tanrı Misafiri"ni yeniden okumuştu. Bu okuyuşu o kadar beğenmişti ki Ajda, birdenbire Ebru'nun gırtlak nağmeleri ve ses tonuyla okuma arzusuna kapılmış, kırk yıldır alıştığımız o ses gitmiş, yerine başka bir ses gelmişti sanki. "Sarıl Bana" gibi zaten Arapçadan tornistan edilmiş bir parçada Ajda'dan hiç de duymaya alışık olmadığımız bu tuhaf ses çıkınca neye uğradığımızı şaşırmıştık. Ne var ki bu albümün hiç satmamasına, bir sürü de eleştiri almasına rağmen, Ajda'nın tekrar kendi yorumuna dönebilmesi için bir hayli beklememiz gerekecekti.

            Aradan geçen neredeyse bir beş seneden sonra, artık aklı başına gelmiştir diye düşünüp de hevesle sarılınca Ajda'nın kendi adını taşıyan yeni albümüne, birbirinden nefis fotoğraflarına dalıp gitmişken tam da o anda, daha çalmaya başlayan ilk şarkıda afallayıp kalacaktım yine. Albümün B yüzü zaten akıllara zarardı. Ama en azından nispeten pop sayılabilecek A yüzünden dişe dokunur bir şey çıkar mı diye ne kadar dinlediysem de sevemedim hiç bir şarkıyı. Belki bir tek Rafet El Roman imzalı "Bilsen Sevgilim" adlı şarkı, Ajda'ya yakışan bir parçaydı ama o da güme gidecekti bu alaca bulaca albümün içinde. "Eğlen Güzelim" isimli şarkıya çekilen klip, her elini değdirdiğini olduğundan bin kat güzel göstermeyi her nasılsa başaran Deniz Akel'in müthiş görüntüleriyle, tüm zamanların en güzel Ajda seyirliklerinden biri olmuştu. Bu albümün Ajda kariyerine getirdiği tek artı puan bu olsa gerekti. Artık umudumu kesmiştim. Sesini boğa boğa sevdiği erkeğe 'Tazem" (!!!) diye seslenen bu kadın, benim Ajdam değildi. Ben yine İstanbul Plak'ın master kayıtlardan cd'ye döktüğü (ne kadar minnet etsek azdır) 70'lerde yapılmış Ajda şarkılarıyla dolu albümü dinlemeye devam edecektim anlaşılan.

            Artık yetişemiyordum yeni çıkan albümleri satın almaya. Çok büyük iddialarla kurulan, ulusalararası bağlantıları olan kocaman kocaman firmalar, inanılmaz berbatlıkta prodüksüyonlara avuç dolusu paralar döküyorlar, bıkmadan usanmadan satın alan benim gibileri sürekli hayal kırıklığına uğratmayı her ne hikmetse pek bir seviyorlardı. Bu sıfatlarına taban tabana zıt amatör anlayış, bu "Ya tutarsa" mantığı ortalığa bir dolu yetenek yoksulu insanı saçıp duruyor, bizlerse elimizde cımbız, yüreğimize dokunacak bir şarkı, bir söz, hatta bir kelime, hayran olunacak bir yüz arıyorduk insanüstü bir sabırla. 60'ların sonu 70'lerin başında şahit olunan 1nci Pop Patlaması'ndan en büyük farkı buydu 90'larla gelen 2nci patlamanın. O zamanlar zebilullah ortalığa dökülen her şey ne kadar, derli toplu, ne kadar özenli ve sonraya kalacak 'iş'lerse, bu zamanlarda yapılanlar da o kadar savruk, darmadağın ve uçucu şeylerdi. Ajda'nın 20 sene önce yaptığı şarkıları dinlediğim heyecanla 20 sene sonra Yonca Evcimik'i dinleyebilecek miydim acaba, bugün bile dinlemekte zorlanırken ?

            İşin enteresan tarafı bir önceki paragrafta bahsi geçen tatsız tuzsuz yeni şarkılar dinleyenlerri kadar söyleyenleri de tatmin etmiyor olmalıydı ki hemen herkesin sahen programlarında, hatta kimi kez albümlerinde coverlar kol geziyordu. İş bu ahvalde, Süperstarımızın şarkıları birer ikişer yeni yetmelerin can simidi olmaya başlamışken, şarkıların yüreğimizde tescilli sahibi hala bir nostallji albümü yapmayı akıl edemiyordu. Ta ki Muhteşem Candan isimli işbilir bir prodüktör Ajda'nın kapısını çalana dek (şüphesiz çok prodüktör buna teşneydi onun kadar amma her daim söylendiği üzere Ajda'yla ve onun perfeksiyonistliğiyle başetmek çok göze alınabilir bir şey değildi camiada, bilen bilir). Bir "Best Of" için elde mebzul miktarda nadide parça zaten mevcuttu. İki aranjör, bir stüdyo, bu iş tamamdı. Biraz da makyaj tabii ki. Kaç oldu, 4 mü ? Evet, 4ncü mutasyon evresi başlıyordu.

            "Best Of Ajda" gibi çok klişe bir isimle piyasaya avdet eden albüm (nostalji-1’ den evladır en azından diyerek olsa gerek), nihayet özlediğimiz Ajda'nın nicedir özlediğimiz şarkılarının bir resmi geçitiydi. Her ne kadar bazı şarkıların yeni aranjelerini hayli yadırgasak da, en azından kenid sesiyle şarkı söyleyen bir Ajda vardı karşımızda. 99 model Süperstarımız bu kez blue-jeani, deri montu ve silikonla şişirilmiş Arap Bacı dudaklarıyla 20' sinde bir genç kızdan ne bir eksik ne bir fazla, hoplayıp duruyordu yeni klibinde malum açık kapı hikayesiyle. Eh, buna da şükürdü, madem aynı mihvalde şarkılar bulmak bu denli zordu, biz buna da razıydık. Hele ki plak yapıldığı yıllarda evinin kadını Ajdamızın yeterince tadını çıkaramadığı "O Benim Dünyam" için çekilmiş yeni klipte en delici nazarlarını öyle bir fırlatıyordu ki ekrandan bu yana, korksak mı, tekrar tekrar hayran mı olsak bilemiyorduk. Yeni yetmeleri pek bir baştacı eden yeni nesil ne düşünüyordu bilmiyorum ama, ben ziyadesiyle memnundum bu ikinci (İkinci mi ? Kaç ikinci ?) baharını yaşamaya başlamış olan eski aşkımdan.

            Ajda 2000'e sayılı günler kala yine gündemin başköşesine değilse bile bir yerlerine demir atmayı becermişti işte. Gündemizi magazine endeksleyeli (yaşasın televoleler), medya maymunluğu kavramıyla tanışmış, epey de nasibimizi almıştık bahis konusu maymunlardan ama, birilerinin Ajda'nın daha yılıkmadığını, ayakta olduğunu farketmesi de sevindiriciydi. Ayağını fare ısırdı diye haber olabiliyordu örneğin, bir kaç sene önce kamyon çarpsa kimse bilmeyecekti oysa. Gerçi artık nostaljinin suyu da çıkmış mıydı neydi bilemiyorum ama o çok sevdiğim şarkıları ben Muazzez Ersoy haykırışlarıyla dinlemektense, Ajda'yı bir kere daha bağrıma basmayı elbetteki yeğlemekteydim ve yeni neslin de bunu hissetmesini can-ı gönülden diliyordum (bana n'oluyorsa ?).

            Yukarıda bir yerlerde bahsi geçtiği üzere (bir kitap mı yazsaydım Ajda hakkında, ne yapsaydım ?) Ajdamızın her daim plakçılarla arasında yaşadığı sorunlar bir kere daha hortladı tam da işler yolunda giderken ve Süperstarımız kendisini divalığa terfi ettirecek albümünü yapmak üzere Neşe Müzik'e (ki popüler müziğin her geçen gün kötüye gitmesi için ne gerekiyorsa yapmış Raks Müzik'in kollarından biriydi o günlerde, sonradan Universal oldu, ne değiştiyse ?) transfer oldu. Buna transfer mi demeli, yumuşak geçiş mi ? Aslında bayağı bir sert geçişti, hatta Muhteşem Candan "Ajda'ya kimse kaset yapmıyordu, ben yaptım. O’nu ben yeniden dirilttim" türünden demeçlerle ortalığı bayağı germişti ama, hangi iki plak şirketi kan davalı olmuş ki bugüne dek ? Onlar bir şekilde anlaşırlar, olan şarkıcılara olmaz mıydı hep ? Yine öyle olacak, Ajda kendi ettiğini kendi bulacaktı çok geçmeden.

            "Diva" albümü piyasaya çıkınca anlayacaktık ki, Ajda'nın maksadı, orta yaşlı (hatta düpedüz yaşlı) eski hayranlarına nostaljik tatlar yaşatmak değil, internet çağı gençliğinin müzik anlayışlarını okşayarak, dah fazla, daha fazla, en fazla hayrana sahip olmakmış. Bir önceki albümde bile yadıgadığımız düzenlemelere rahmet okutan (ki onlar bayağı mazbuttu bunların yanında) yeni arajmanlarla tanınmayacak hale gelmiş eski şarkılar doluydu "Diva". "Dov é L'amore"nin (bir başka pop ikonası Cher'i küllerinden yeniden doğuran şarkı), tahammül ötesi Türkçe versiyonu ve yine bir başka anlamsız yeni tornistan şarkı da bonusuydu bu duble albümün. O çok özlediğimiz "Petrol" bile (yıllarca Şanar Yurdatapan ismi nedeniyle TRT'nin yanından geçememişti şarkı, Ajda'nın bireysel boykotu da cabası) başarılı remixleriyle göz dolduran Kıvanç K.'nın nedense tatsız düzenlemesiyle sevimsiz mi sevimsiz oluvermişti. Hangi birini sayayım ? Hani yeni olup da kötü olsa şarkılar, onu da sineye çekecektim ama eski ve kıymetli, çok kıymetli o şarkılara bu yapılan ne denli revaydı bilinmez. Ajda nasıl memnundu yaptığı işten, nasıl keyifliydi. Çağı yakalamıştı. Derler ki, batıda yapılmış ve tutmuş ne varsa, hangi ritm, hangi entrodüksüyon, hangi sample (çok mu teknik oldu ?) hepsini toparlayıp aranjörlerin önüne koymuş, "Bana da bundan yapın" demişti. Bu O'nun en iyi bildiği şeydi belki. Ama neden o kadar kötü okumuştu şarkıları ? Bunun müsebbibi neydi ya da kimdi ? Kapaktaki resimlerin bar bar bağıran rötuşları kimin eseriydi ? Bir duble albümün ihtişamını bu kadar sıfırlayacak o kapak kompozisyonu ve ambalaj, tahammülfersa prodüksüyonlara servetler yatıran Universal'e yakışıyor muydu ? Bu ve benzer sorulara kafa yoracak benden başka kaç elin parmağı kadar insan kalmıştı aziz vatanımda ?

            Her neyse... En azından Arap Bacı dudaklarını bu kez ustaca tornadan geçirmiş, Meg Ryan saçlarıyla son derece modern ve sempatik görünmeyi başarmış, en azından bu hali beni memnun etmişti Ajda'nın. Tabii "Diva" satmadı, sonra plak şirketiyle saç saça baş başa yeni kavgalara doğru yol aldı ve almakta halen Divamız.

            Bu yazının ana fikrini sakın sormayın, ben de bilmiyorum. Bu kadar uzun bir yazı da ne ana fikir aramak gibi bir niyetiniz varsa da o sizin bileceğiniz iş. Ben bu günlerde Ajda'nın arşivimde olmayan ilk üç LP'ini arıyor, o ilk 45'liklerini toparlamaya çalışıyorum. Yeni bir şeyler daha yapar mı, yaparsa ne yapar ? Diva'lıktan ötesi neresidir ? Eski günler geri gelir mi ? Geri gelse buna değer mi ? Ajda’nın mutasyon teorisi benden başka kimseyi enterese eder mi ? Bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrı gösteren var mı ? Ne olacak bu memleketin hali ? Bütün bu soruların cevabını bilen varsa, bir zahmet bana da haber versin.